top of page
Writer's pictureŞafak Göktürk

TÜRKİYE, SURİYE VE ÖTESİ

Efsaneler ve gerçekler

·      Suriye’de Esad rejiminin Aralık ayında hızla çökmesi, Türkiye’de hükümeti cesaretlendirdi, muhalefeti ise boşlukta bıraktı.

·      Hükümet, sayesinde İdlib’te varlığını sürdürüp konsolide olan HTŞ ve önderliğindeki grupların ani kazanımını kendi hanesine yazdı. Bunu, “tarihin doğru tarafında yer almak” olarak açıkladı. Suriye’de 2011’den başlayarak içine gömüldüğü maceranın güvenlik, siyasi, ekonomik, demografik ve sosyal tahribatını uzun süre söylemle yönetmeye çabalarken, birden sanki bütün olanlar geride kalmış havasına girdi.

·      Bugün Suriye’de gelinen nokta gerçekten böyle bir “stratejik sabrın” mı sonucuydu? Tersine, hükümet başından itibaren tepkisel ve “ajite” oldu.

·      İki dönüm noktası bu tavrı tetikledi. Birincisi, 2011 Arap başkaldırıları idi. Gösterilerde evrensel hak ve özgürlük talepleri seslendiriliyordu. Halk, teba değil, onurlu vatandaş olduğunu haykırııyordu. Bu durum, İslamcılarda ikilem yarattı. Eğer “öz değerlerinden kopuk taklitçi” yönetimler gidecekse, yerine din kurgusuna dayalı rejim gelmeliydi. Zaten, onyıllardır Arap liderleri de “ben gidersem, yerime İslamcılar gelir” diyerek içeriye ayrı, dışarıya ayrı korku salmıyorlar mıydı? Ama başkaldırıların mesajı farklıydı. Otokrasiye karşı çıkıyorlardı. İslamcılık da aynı kısır otokrasi paradigmasınıın ayna görüntüsü idi. Bununla birlikte, İslamcılar Tunus ve Mısır’da rejimlerin sair muhalefeti yok ederken kendi yerel ağlarına göz yummasının avantajını kullanarak ilk seçimlerde varlık gösterdiler. AKP de Türkiye’de giderek otoriterleştiği ortamda, bölgedeki dönüşümün kendi zihin yapısına uygun mecraya girmesini aktif olarak destekledi.  

·      Ancak, bu kısa soluklu oldu. Suriye rejimi, AKP hükümetinin telkininin tersine, Müslüman Kardeşler’e (MK) siyasi alan açmaya haliyle yanaşmadı.  Dahası, rejim halka karşı ağır şiddet yolunu seçti. Süreç kısa sürede yozlaştı. Halkın can derdine düştüğü ortamda Suriye ordusu ve cihatçılar  silahlarıyla mevzilerini almaya başladılar. AKP hükümeti de, kendi sözünü dinlememiş Esad’a karşı, Körfez’dekilerle birlikte, bu yeni mevziler üzerinden roller üstlendi.

·      İkinci dönüm noktasına bu süreçte gelindi. Mısır’da Morsi (MK) bir yıllık performansıyla Tahrir meydanı devrimcilerini usandırdı. Geçiş sürecine vasilik yapmış olan ordu, bunu  fırsat bilerek yönetime el koydu. Oysa, Mısır AKP’nin yeni Ortadoğu okumasında merkezi konumdaydı. Başta Mısır olmak üzere bölgedeki gelişmeler, AKP’nin ideolojik vizyonuna uygun olarak Türkiye’de konsolide etmeye başladığı ortamla örtüşmeliydi. Bunlar, yekdiğerini besleyen süreçler olarak görülüyordu. AKP, Morsi’nin akıbetini bu nedenle içselleştirdi. Darbeyi, kendisi için de bir tehdit olarak algıladı. Üstüne üstlük, Gezi Parkı direnişi tam bu sıralarda ortaya çıktı. Hükümet, Taksim’deki son yeşil alanın AVM’ye dönüştürülmesi hazırlığının artan baskılarının bardağı taşıran son damlası olduğunu görmek yerine, bunu Mısır’daki gelişmeyle birlikte, kendi iktidarına karşı içeriden  ve dışarıdan kurulmuş bir komplo olarak değerlendirdi. Varoluşsal algıyla hareket etmeye başladı.

·      Bu endişenin, Suriye’de süren iç savaş kisvesindeki bölgesel savaşa yansımaları oldu. 2013 Sonbaharında uluslararası medyada yeralan muharebe cepheleri haritalarından herşey açıklıkla görülüyordu. Selefi ve İslamcı cihatçılar Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırı boyunca neredeyse kesintisiz şekilde alan hakimiyeti sağlamışlardı. Doğu’da, daha sonra IŞİD’in kontroluna geçecek Irak sınırı boyunca dahi böyle bir hakimiyetleri yoktu. Türkiye, Suriye’deki savaşa lehimlenmişti.

·      Bunu faturası, Türkiye’nin adının radikal ve terrorist gruplarla birlikte anılır hale gelmesinin çok ötesine geçti. Birincisi, bu çok taraflı savaşta mevzi ve cephelerin kolaylıkla değişebileceği belli ki hesaplanmamıştı. Zaman içinde cihatçıların kuzeydoğuda kaybettiği alanlar, PKK bağlantılı grupların eline geçti. Türkiye’nin terörle mücadele “matrix”i Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişledi. İkincisi, İran, doğrudan ya da vekilleriyle savaşın parçası oldu. Ancak, asıl belirleyici gelişme, Şam’ı tehlikede gören Rusya’nın 2015 Sonbaharından itibaren savaşa katılması oldu. Türkiye’nin daha sonra Astana süreci adı altında Rusya ve İran’la sahadaki varlığını eşgüdümlemesi hareket alanını sınırladı, bu ilişki biçimi Rusya’nın askerlerimizi bilerek ve isteyerek şehit edebildiği sonuçlar bile doğurdu. Terör gruplarının zamanla IŞİD çatısı altında birleşmesi, ABD’nin gerek bu oluşumla mücadele etmek gerek SDG’ni desteklemek üzere ülkeye müdahil olmasına yolaçtı. Savaşın yolaçtığı kitlesel göçün ve terörün boyutları ise biliniyor. 

·      Bunlar mı ileri görüşlülük ya da tarihin doğru tarafında yer almak?

·      Hükümetin, HTŞ’ye yaşam alanı ve konsolidasyon imkanı sağlamış olmasının 8 Aralık’ta Şam’ın düşmesinde etken olduğu doğrudur. Ancak bu da çok yakın zamana kadar Esad yönetimiyle görüşmeye çaba göstermiş hükümetin baştan planladığı bir hedef değildi. İdlib’ten yola çıkan milislerin sınırlı çatışmalarla Şam’a erişmesi Esad’ın sonunun sebebi değil, tetikleyicisiydi. İran ve vekillerinin, İsrail’in son bir yılda vurduğu ağır ve belirleyici darbelerle neredeyse başlarını kaldıramayacak duruma gelmeleri, keza Rusya’nın savaş kaynaklarını Ukrayna’da toplamak zorunda kalması, otokrat katılığını güçlülük zanneden Esad’ı boşlukta bıraktı. Otokrasilerin orduları, yarını belli olmayan liderleri için savaşmaz. Esad rejimi, dokunulsa devrilecek durumdaydı, öyle de oldu.


“Büyük resme bakalım” derken onu görememek

·      Türkiye’de son yirmi yılda ön kabuller ve komplo teorileri muazzam bir gelişme gösterdi. Ya iç politika konuları değerlendirilirken gösterilen nesnel titizlik ve özenle kurulan nedensellik bağları dış politika alanında yeterince gözetilmeyebiliyor, ya da olgular algılar üzerinden kümelendiriliyor. Ayar  iyice kaçırıldığında da komplo teorileri birbirine eklemleniyor. Komplo teorileri fuarı Tahran’da zamanında görev yapmış bir diplomat olarak bu düş ürünlerinin bir sosyolojik duruma işaret ettiğini düşünegelmişimdir. Bu zihinsel kurgular, toplumsal ölçekte çaresizlikle doğru orantılı olarak büyüyor. Baskılar ve kronik ekonomik zorluklar insanları pasifleştirdiği ölçüde açmazdan kurtulmak için itiraz ve mücadele çözüm yolu olmaktan çıkıyor. Hükümet de, yalnızlığının ve daralan kapasitesinin gerekçelerini kendi dışında arıyor. Bu koşullarda halk, başındaki ceberut yönetimin bütün sevimsizliğine rağmen hala yerinde durmasının dış faktörlere bağlı olması gerektiğini düşünmeye yöneliyor. Aslında bu, zımnen kendi etkisizliğinin ikrarı ve sorumluluğu üçüncü bir tarafa yansıtarak sağlıksız bir rahatlama sağlama anlamına geliyor

·      Bu girizgah, büyük güçlerin başka ülke ve bölgeleri etkileme mesailerinin olmadığı anlamına gelmiyor. Aslında bütün devletler, güç ve kapasiteleri ölçüsünde bunu yapıyorlar. Ancak nüfuz politikalarını ülkelerin esasen mevcut nitelikleri, özellikleri ve sorunları zemininde sürdürüyorlar. Bu ortamda meşruiyetini gerçek anlamda halkından almayan veya o yetkisini kötüye kullanan rejimler dış manipülasyona da açık hale gelebiliyorlar. İçerideki zafiyet akbabaları celbeder.  

·      Ön kabullere dayalı yaklaşımlar, dozları değişkenlik gösterse de, Türkiye’den Ortadoğu’ya bakışlarda çok yaygın.  Bunların iki ayağı var. Birincisi, bölgenin emperyalist yönetimler altındaki geçmişine ve izleyen dönemde büyük devletlerin süren nüfuzuna mutlaklık atfedilmesidir. Bu genel bakışa göre, buralarada yaşanan her belirgin gelişmenin, başta Vaşington olmak üzere, büyük, kurnaz ve sinsi güç odakları tarafından başından planlanmış ve başarıyla uygulamaya konulmuş olduğu kabul edilmelidir (Bu güçler, hak etmedikleri bu iltifatı müstehzi bir tebessümle izliyor olmalılar). İkincisi ise, Arapların kendi iradeleriyle ilerleyebileceklerine duyulan inançsızlıktır.

·      Zahiri görüntü -ki kamuoyu günlük olarak nedensellik bağlarını değil vakıaları izler- bunların doğrulandığı kanaatini uyandırabilir. Gerçekten bölgeye yönelik dış etki ve müdahaleler yaygındır ve Arap dünyası genel olarak yerinde saymaktadır. Ne var ki, gerçek bu fotoğraftan ibaret değildir. Arap ülkelerinde meşruiyetini halkın iradesinden alan yönetimler ya hiç oluşmamıştır ya da bu irade yönetime çok sınırlı yansımıştır ve bu yönetimler mevcut halleriyle çıkarlarını dışarıyla eklemlemişlerdir. Büyük güçlere açılmış alan budur, görünmez elleri değil.

·      Böyle yaklaşımlar, tarihin önemli dönemeçlerinin ıskalanmasına da yol açabiliyor. 2011 Arap başkaldırıları, ilk heyecan geçtikten sonra Türkiye’de genel olarak sıradan vaka ya da bölgeyi yeniden tasarımlayan bir dış komplonun tezahürü olarak görüldü. Arap halklarının, herhangi birimiz gibi, kendi haklarına sahip çıkabilecekleri nedense düşünülmedi, düşünüldüyse de önemsenmedi. Ne diyelim, bu da Türk oryantalizmi olsa gerek.

·      Bölgede yıllar içinde büyüyen istikrarsızlık ve savaşlar, komplo teorilerini iyice besledi. Böylesine kapsamlı bir kargaşa ve yıkımın hazırlanmış şablonu olmalıydı. O da kısa sürede keşfedildi. Sorumlu BOP’tu, yani “Büyük Ortadoğu Projesi”. Aslında “proje” nitelemesi Türkiye’de eklenmiş başlığın esası “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) Girişimi”dir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika  için MENA kısaltması ise İngilizce’de öteden beri kullanılır. ABD’de 11 Eylül saldırıları ve Irak’ın işgalinin ardından oğul Bush yönetimi 2004 yılında bölgede salt askeri  yöntemlerle istikrar sağlanamayacağına kanaat getirerek, yönetimlerin temsili hüviyetini güçlendirecek, ancak daha ziyade sosyal ve ekonomik unsurlar içeren bir reform önerisinde bulundu. Bu öneri, ABD’nin evsahipliğinde Georgia’da yapılan G-8 Zirvesi’nde Rusya dahil katılımcılara sunuldu. ABD’nin girişiminin zihinsel arka planında “ılımlı İslam” yoluyla yönetici-yönetilen ilişkisini yumuşatma ve yönetimleri ehlileştirme  niyetini de teşhis etmek zor değildi. Nitekim, girişim bölgede genel olarak hoş karşılanmadı. Zararsız kabul edilen  alan ve konularda bazı çalışmalar yapıldı. Bu cümleden olarak, Türkiye, İtalya ve Yemen’in ortaklığında birkaç buluşma da gerçekleşti (Erdoğan’a daha sonra muhalefet tarafından yaftalanan “BOP Eşbaşkanı” sıfatı buradan kaynaklanıyor). Türkiye’de iddia edilenin tersine, girişimin bölge haritalarını değiştirmekle ilgisi yoktu. Bu savı, Condoleezza Rice’ın Ağustos 2003’te Washington Post gazetesinde  yayınlanmış bir makalesine (böyle bir unsur içermiyordu) ya da emekli askerlerin sonradan çizdikleri uçuk haritalara dayandıranlar oldu. Zaten girişim, 2005 sonunda Mısır’da genel seçimlerde MK’nın kısmen varlık gösterebilmesinin ve 2006 başında Filistin’deki seçimleri Hamas öncülüğündeki ittifakın kazanmasının ardından tavsadı, 2009’da ABD Başkanlığı’nı devralan Obama ise kendi bölgesel vizyonunu uygulamaya koymayı tercih etti (Haziran 2009’da Kahire Üniversitesi’nde -benim de hazır bulunduğum- konuşmasında toplumsal gelişme ve meşruiyete ilişkin görüşlerini açıkladı). Girişim, Arap başkaldırılarıyla birlikte tümüyle tarihe gömüldü. Ancak, bunların hiçbiri Türkiye’de BOP efsanesinin sona erdirilmesine yetmedi.

·      Tersine, başkaldırılar ve bunları izleyen katliam ve savaşlar, aynı planın yeni aşamaları olarak gösterildi. Bölgedeki dini ve etnik kırılmalar ile farzedilen dış güç tasarımları üzerinden sayısız harita çizildi, bunlar İsrail’in bölgedeki eylemleriyle üst üste konuldu, amacın esas itibariyle Arap devletlerinin ulusal direncini kırma kampanyası olduğu sonucuna varıldı, hatta iktidar ve muhalefet kanatlarından sıranın Türkiye’ye gelebileceği ortak uyarısı da duyulmaya başlandı.

·      Oysa, Arap başkaldırılarının ilk kaybedenlerinin başında, Batı’yla yakın işbirliğini sürdüren Mısır ve Tunus Cumhurbaşkanları geliyordu. ABD ve Avrupa kınanacak ise, bu, vizyonsuzlukları, ürkeklikleri ve parça başı tepkisellikleri için olmalıdır. Yoksa, olayları kışkırtmak ve sahneletmek kapasiteleri şöyle dursun, Libya’da dar odaklı bir harekatı bile yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. (İlgilenenler, bölgede 2011’den bu yana yaşanan süreçle ilgili tespit ve değerlendirmelerimi içeren yazıları “Regional Insight” (safakgokturk.com) adlı blogumda bulabilirler).


Önümüzdeki süreç

·      Şam’daki fiili yöneticiler, eski rejimin çöküşünün aktif etkenidir, yeni Suriye’nin hakimi (en azından henüz) değildir.

·      2011’de bölge çapında temelleri atılan dönüşüm sürecinde, Suriye ile birlikte yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu aşamayı, başkaldırılar ve izleyen şiddet sarmalından sonra gelen -üçüncü- raund olarak niteliyorum.  Bu aşamanın en tanımlayıcı unsuru, bir Arap otokrasisinin tümüyle çökmüş olmasıdır. Değişim tepedeki isimle sınırlı olmadığı gibi, otokrasinin kalıplarını da aşmaktadır. İslamcılar, örneğin Mısır’da 2012-13’te olduğu gibi kendilerini bir başka otokratla rekabet halinde bulmayacaklardır. Evrensel hak ve özgürlük taleplerinin ve 8 Aralık anından geriye dönüşün başka bir kisve altında yaşanmasına karşı direncin giderek yükseleceği bir dinamikle muhatap olacaklardır. Bunun işaretlerini şimdiden görüyoruz. Örneğin, eğitim müfredatına yapılan şeriatçı müdahaleler hemen dirençle (Türkiye’de tanık olunmadığı şekilde) karşılaşıyor. Yıkılan yalnızca eski rejim paradigması değildir, buyurgan fikirden meşruiyet türetme modelidir.

·      Suriye’nin dinsel ve etnik örgüsü, bir azınlık klanının yarım asırdan uzun süre ülkeye tahakküm etmiş olmasının ışığında, keskin bir sınama arifesindedir.  Yeni yönetim unsurlarınca Nusayrilere yönelen şiddet daha yolun çok başında olunduğuna delalet ediyor.

·      Diğer taraftan, bu kırılgan tablo, Suriye’de selamete ermenin yolunun bu gruplar üzerinden sağlanacak mutabakattan ibaret olduğunu da düşündürmemeli. Çoğul, çoğulculuk değildir. Eğer kurulacak anayasal düzen herkesin özgürlük, güvenlik ve refahının teminatı olacaksa, herkes için geçerli hukuktan yola çıkılması gerekecektir. Hukukun üstünlüğünde dine dayalı hak ve yükümlülük ayrımı olmaz, anayasa ve yasalar herkesin din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alır. Bu konu, dini azınlıklar kadar, hatta belki daha çok, çoğunluğu ilgilendiriyor. Azınlıkları baştan eşit hukuk zemini dışında kümelendirmek, çoğunluğun statüsünün de dinsel tanımlamadan ilham alacağı anlamına gelir.

·      Bugünkü silahlı grup konfigürasyonundan bağımsız olarak, Suriye’de Kürtlerin de içinde huzur bulacağı kapsayıcı bir anayasal düzenin tesisi esas olmalıdır. SDG’nin, ABD’nin desteğiyle halen denetlediği alan ve doğal kaynaklar, özerklik konuşulacaksa bile orantısızdır. Önümüzdeki aylarda bu anomali daha da belirginleşebilir.

·      Türkiye’de hükümetin söylemlerinde ve yanlısı basında zafer havası dinmiyor, işlerin 2013’te kaldığı yerden sürdürülebileceği zannediliyor, hatta bu festivali kaçırmamak için yuvaya dönme telaşına düşenler bile oluyor. Ancak kapalı kapılar ardında başka şeylerin konuşulduğundan kuşku yok. Birincisi, HTŞ için İdlib’te Türkiye’nin himayesinde geçirdiği yıllar hızla geride kalıyor, ikili ilişkilerde sıcaklığı korusa da Suriye’nin yöneticisi olarak davranıyor. İkincisi, HTŞ Suriye’nin Sünni çoğunluğunun ne partisi ne de platformu. Sığınmacıları ve bir ölçüde İdlib’teki ahaliyi saymazsak, Suriyeli Sünni ve diğer nüfus gruplarının Türkiye’ye özel bir yakınlığı da yok. Üçüncüsü, Türkiye’de resmi şahsiyetlerin Suriye’ye yönelik emperyal çağrışımlar yapan söylemlerini de niyet beyanı olarak değerlendiren Arap devletleri hızla Suriye’deki sürece müdahil olmaya başlıyorlar. Al Shaara’nın bir İslam enternasyonalisti değil, Arap kaderinde etkili olma uğraşı veren bir İslamcı olduğunu da unutmayalım. Bundan sonra Arap dayanışmasının büyüdüğünü göreceğiz. Özellikle başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, zamanında Suriye’nin İran’ın kollarına itildiği gibi şimdi de Türkiye’de güvence bulmasını istemiyor. Dahası, İsrail’de özellikle sağ kesim Türkiye’nin resmi tutumundan kesin sonuçlar çıkarmış görünüyor. İran’ın zayıflatıldığı ortamda bu “yeni sınama”ya karşı hükümet de gardını alıyor. İsrail için bunun, Arap hükümetleriyle ortak gündem olması beklenmeli. Nihayet, Suriye’nin yeniden inşası, yaptırımların kaldırılmasını ve yatırımların akmasını gerektiriyor. Bunların ikisi de Türkiye’nin yeteneklerinin ilerisinde.

·      Dışişleri Bakanı Fidan, Suriye’ye yaptırımların kaldırılması ve altyapı inşasının başlaması için çaba  harcadığını söylüyor. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için herkes üst yapıyı merak ediyor. Rusya ayrı, ABD ayrı hesap peşinde. Avrupa, kadın elinin sıkılmamasını bile not ediyor.

·      Bu sırada, MHP liderinin aylar önceki Öcalan çıkışı birden siyasi trafiğe dönüşüyor. Suriye’yle ilintisi aşikar. 2015’te Kürt açılım sürecinin sonlandırılarak sorunun Suriye’yi de kapsayacak şekilde salt terörle mücadele boyutuna indirgendiği koşullar değişti. Başta  Cumhurbaşkanı olmak üzere yetkililer terör örgütü PKK’nın silahları gömmesi dışında bir seçeneğe hoşgörü gösterilmeyeceğini vurguluyorlar ama daha belirli işaretler de var. AKP Hatay Milletvekili Yayman 2 Ocak’taki basın toplantısında Şubat ayını işaret ederek, “Türkiye’de silahların bırakılacağı bir iklimin, silah tesliminin ve PKK terör örgütünün Türkiye’de artık eylem yapmayacağının gündeme geleceğini” belirtti. Beyan, yeni koşullarda Suriye’de PYD’nin akıbetinin Türkiye’nin iç güvenlik gündeminden ayrıştırılacağını düşündürüyor.

·      Suriye’deki değişim sürecine, büyük bölgesel çekişmelere yolaçılmadan katkıda bulunulmasının yöntemleri vardır. Burada ilham alınabilecek bir örnek, Ocak 2003’te bizatihi Türkiye’nin başlattığı “Irak’a  Komşu Ülkeler Girişimi”dir. Savaştan önce başlatılan ve savaşın ardından Irak’ın da katılımıyla bölgesel bir güven ve işbirliği platformuna dönüşen bu girişim, komşuların ülkede kendi ayrıştırıcı gündemlerini ilerletmelerine karşı fren işlevi de görmüştü. Daha sonra BM, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi, AB, İKÖ(T) ve Arap Ligi’nin de davet edilmesiyle uluslararası konferansa evrilen girişim Irak ve çevresindeki durumun bölgenin öncelikleri temelinde şekillenmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak hükümet, Suriye konusunda başından itibaren bunun tam tersi bir politikayı tercih etti. Bölgesel işbirliği ve sahiplenme bir yana, savaşın tarafı oldu. Şimdi varılan noktada artık bölgesel işbirliğine yine Türkiye’nin insiyatifiyle alan açılması önemli olacaktır. Böyle bir platform Araplardaki tereddütleri azaltır, uluslararası toplumun Suriye’nin devasa ihtiyaçlarına odaklanmasını kolaylaştırır, Türkiye’nin de önünü açar.

 

8 Ocak 2025

3 views0 comments

Recent Posts

See All

SURİYE -VE ORTADOĞU- NEREYE?

Milat 2011 ·      2011 Arap başkaldırılarıyla başlayan süreç, Suriye’de 8 Aralık 2024 sabahı Esad rejiminin sona ermesiyle devam...

bottom of page